Mağrur olma Başkanım, senden büyük Allah var!

HASAN ESER

Bir insanın kişiliğini test etmek istiyorsanız, ona makam-mevki verin. 

Kişiliği oturmuş insanlar sağlam karakterlidirler; makam-mevki gibi sonradan elde edilen gelip geçici fani güzelliklerin sarhoşluğuna kapılmazlar. 

Bu kimseler özel/normal yaşantılarında sert bir mizaca sahip olsalar dahi, işgal ettikleri makamda azami müsamaha gösterirler. 

Bu kimseler, Osman Gazi'ye nasihat eden Şeyh Edebali'nin “Ey oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize, uysallık sana, (…)” sözünü kendilerine şiar edinirler. 

Bu kimseler, savaş meydanında tam da düşmanını alt etme fırsatını yakaladığı esnada, yüzüne tükürdüğü için düşmanını serbest bırakan, nedeni sorulduğunda ise "Sen yüzüme tükürünce nefsime ağır geldi, sana kızdım. O kızgınlıkla seni öldürseydim, Allah için değil nefsimin intikamını almış olacaktım" yanıtını veren Hz. Ali’nin düsturunu benimser.

Bu kimseler, Mohaç Zaferi’ni kazandıktan sonra kibrine yenilmekten korkan ve bu içindir ki bütün gece boyunca canlı canlı  bir mezarın içinde yatan Kanuni Sultan Süleyman’ın ahlakına sahiptirler. 

Yalan Dünya’nın belki de en büyük imtihanlarından biridir makam-mevki. 

Makam-mevki denilen mefhum o kadar efsunludur ki, bir zamanlar bunun bilincinde olan padişahlar dahi, şahsi paralarıyla adam tutar ve her Cuma Selamlığında şöyle bağırtırlarmış kendilerine: Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!

Peki, kibir sadece ve sadece davranışlar üzerinden açıklanabilir mi?

Fani kişi, küçük bir kasabanın Belediye Başkanı, ama öyle lüks bir makam arabasına biniyor, öyle şatafatlı bir makam odasında oturuyor ki, bir zamanların İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’den bile  pek geri kalır yanı yok. 

Belki de birçok ülkenin Devlet Başkanı dahi, bizim bazı belediye başkanlarından daha mütevazidir. 

Şimdi bu satırları okuyanlar şöyle bir yorum yapabilir: “Ey Hasan Eser, belediye başkanlarımızın lükse düşkünlüğünü eleştiriyorsun, ama Dünya’nın en şatafatlı Başkanlık binalarından biri olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni görmezden geliyorsun!”

Bu konu nicedir tartışılmaktadır; özellikle de muhalefetin defaat ile diline doladığı bir eleştiridir. 

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni gidip görmek bana nasip olmadı, ama borç batağında olduğu iddia edilen Foça Belediyesi’ne kredi çıkarabilmek için Külliye’ye Foça’dan giden CHP’li dostlarım var. Ben onların yalancısıyım; gerçekten aşırı görkemliymiş. 

Tabii her şeyden önce Devlet Başkanı ile Belediye Başkanını aynı kategoride değerlendirmek, abesle iştigal olsa gerektir. 

Geçenlerde bir dost meclisinde oturuyoruz, çok sevdiğim bir abim, Atatürk’ün Yalavo’daki yazlık köşkünün ne kadar güzel olduğunu anlatıyor.  

Çınar ağacını kesmemek için raylar üzerinde yürütülen ve bu sebepledir ki halk arasında ‘Yürüyen Köşk’ adını alan köşkü ballandıra ballandıra anlatan abime; Her dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmekle birlikte adına ister Cumhurbaşkanlığı Köşkü, ister ‘Saray’ deyin, devlet başkanları için yapılan konutlardaki ihtişamın (Atatürk’ü tenzih ediyorum!) kişilere indirgenmemesi gerektiğini ve aslında ihtişamın devleti sembolize ettiğini anlatmaya çalıştım. 

Öyle ki, birbirinden kıymetli tarihçilerimiz, “Lüks-şatafat içinde yaşamışlar” gerekçesiyle günümüzde ağır hakaretlere maruz kalan Osmanlı Devleti’nin görkemli saraylar yaptırmasını da, padişahın değil, devletin gücünü yansıtmak ve payitahta gelip giden yabancı elçileri etkilemek amacıyla olduğunu açıklıyor.  

Uzatmayayım, bahsettiğim kişi bana kızdı ve şöyle dedi: “Sen nasıl olur da Cumhuriyeti kuran Atatürk ile günümüz devlet adamlarını aynı kefeye koyarsın…” 

Yok hâşâ, ben bunu söylemedim!

Ancak, Cumhuriyet’in kuruluşundaki kutsiyete sadık kalabilmemiz için, yaşatılması ve yüceltilme noktasında üstlenilen misyona da saygı göstermemiz gerekmez mi?

Hiç kimseyi eş koşmamakla birlikte söylüyorum; kendisinden sonra gelen bütün Cumhurbaşkanlarımız Atatürk’ün koltuğuna oturmuş ve o’nu temsil etmiştir. 

İlla bir şatafat eleştirisi yapmak gerekirse de CHP Genel Merkezi’nin ihtişamına bakmak yeterlidir. Ne ki Atatürk’ün partisi olması hasebiyle, o devasa bina da hoş görülebilir. 

Asıl konumuza dönelim. 

Girizgahta, makam-mevki gibi gelip geçici güzelliklerin, karakteri güçlü insanları neden teslim alamadığını anlatmaya çalıştık.

İsterseniz, bir de teslim olanlara bakalım.

Kişiliği yeterince oturmamış, bulunduğu makamı hazmedemeyen ve ağırlığını taşıyamayan kişiler, genelde koltuğa güç veren değil, koltuktan güç alan kişilerdir. 

Halkın hizmetkarı olacaklarını vaat ederek geldikleri makamın gücüyle, halkın efendisi olmaya çalışırlar. 

Sürekli pohpohlanmak isterler. 

Onlar kusursuzdur ve asla eleştiriye gelemezler.

Günün birinde normal hayatlarına dönecek olmalarını, akıllarından bile geçirmezler!

Seçim öncesi ‘kokuşmuş düzeni’ değiştirmek için göreve talip olduklarını anlatırlar, ama koltuğa oturduktan kısa bir süre sonra, daha önce eleştirdikleri bütünün lokomotifi olmaktan da hiçbir rahatsızlık duymazlar. 

Uzatmayayım, Belediye Başkanlığı etkili ve yetkili bir makamdır. Tek şarkıda meşhur olan popçular gibi, insanı bir anda zirveye taşır, ama düşüşü de bir kadar hızlıdır. Dikkat etmek gerekir!

Aslında 'saltanat' belediye başkanlarının hakkıdır! Zira onlar en iyisine layıktır.

Diyeceğim o ki, bir belediye başkanının saltanat sürüyor olması, kabul edilebilir bir durumdur. 
Ancak ‘saltanat’ bireyselliğin dışına çıkmaya başladığında, sıkıntılar da beraberinde gelir. 

‘Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar’ misali…

Ortalama yaşam standarttı olan bir kasabada, ‘mutlu azınlıklar’ oluşmaya başlar. 

Ekseriyet bir dilim ekmeğin hesabını yaparken, mutlu azınlık gününü gün etmekle meşguldür. 

Bu durumu ‘Paylaşımda Adaletsizlik’ olarak tanımlayanlar; “Biz niye sebeplenemiyoruz?” sorusuna yanıt arar iken…

Paylaşılanı “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı…” olarak görenler de tevekkül ederek ilahi adaletin tecelli etmesini beklerler-ki etmediği daha hiç görülmemiştir-

Konu çevre saltanatından açılmış iken…

Bazen sosyal medyada denk geliyorum. Belediye araçlarının keyfi işlerde kullanıldığını öne sürerek, duruma tepki gösterenler oluyor. 

Şimdi izninizle ‘belediye araçlarının keyfi işlerde kullanılmasını’ dert edinenler için bir anekdot paylaşmak istiyorum. 

ÇAVUŞESKU’NUN YOLDAŞ KÖPEĞİ  

Avrupa’nın ‘Komünist Kralı’ olarak bilinen Romanya eski Devlet Başkanı (Diktatörü) Nikolay Çavuşesku’nun bir köpeği var. 

Adı: Yoldaş Corbu

Yoldaş Corbu, Labrador cinsi siyah bir köpek. 

İngiliz Liberal Parti Lideri David Steel’in hediyesi olan bu köpek, Çavuşesku için o kadar değerlidir ki, Corbu adı verilen köpeğin zaman içinde bütün Romanya’da ‘Yoldaş Corbu’ olarak anılması uzun sürmez.  

Fıtratı gereği sahibi Çavuşesku’ya son derece sadık olan Corbu, Dünya’nın belki de en şanslı köpeğidir. 

Şanslıdır! çünkü Çavuşesku, Corbu’ya öyle büyük değer atfetmiştir ki, tahsis ettiği limuzin ile Bükreş caddelerinde gezintiye çıkarır Corbu’yu. Hem de motosikletli korumaların eskortluğunda. 

Ee kolay mı komünist kralın sadık köpeği olmak?

Diyeceğim o ki, insanlık nelere şahit olmuş. Köpeğine bile limuzin tahsis eden sözde komünist zihniyetin egemen olduğu zamanlardan bugünlere gelmişiz. 

Bunları düşündüğümde halimize şükür ediyor ve belediye araçlarının keyfi işlerde kullanılmasını mazur görüyorum. 

Son olarak…

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil, “Kayı” kitapları serisinde, Yavuz Sultan Selim’in gereğinden fazla süslü giyinen oğlu/şehzadesi Süleyman’a (Sonradan ‘Kanuni’ olacaktır) “Oğlum! Anana giyecek bir şey bırakmamışsın!” dediğini nakleder. 

Zamane bazı belediye başkanlarına bakıyorum da belediye başkanından daha çok pop star tarzında giyinenler ilişiyor gözüme. Çorapsız ayakkabılar, aynalı gözlükler, dar paça pantolonlar, rengârenk ceketler…

Hani tanımıyor olsam, 'Tarkan’ın burada ne işi var’ diye soracağım kendime! 

Hasan Eser / MahalliGündem.com